Nisan Erdem yoluna devam ediyor. Belki de kendi kalemiyle yolunu açmaya, demeliyim.
2021’deki Gör İhtarı’ndan sonra ikinci öykü kitabı Rüyanın Oltasında, çok başarılı bir kapak ve arka kapak yazısıyla Everest Yayınları arasında çıktı. Yazarın bize, okuyucuya hazırladığı öyküler bu iki kapak arsında. İnsan ve şehir çeşitli halleriyle orada. Ev, hemen hemen yok gibi; onun yerine çeşitli semtleri, mekanlarıyla şehir var bu öykülerde. İstanbul’u bir tarafta bıktırıcı kalabalıklarıyla (‘İstanbul’un yarısı bugün burada’) buluyoruz öykülerde, bir tarafta ise öykü kişimizin -Nihan adı; onu Gör İhtarı’ndan hatırlıyoruz- yürüyebileceği, sohbet edebileceği, düşünebileceği -evet düşünebileceği-, öyküler kurgulayabileceği köşeleriyle… Mesela sık sık uğradığı Beylerbeyi Camii’nin önündeki avlu “denizin üzerine serili bir halı”, kendini ait hissettiği bir ev (oda) gibidir. Bu şehir-evde yakınları, dostları, kendine arkadaş edindiği insanlar balık tutan, ayıklayan amatörler, seyyar tezgahta meyve satanlar, postacılar, milli piyango biletçisi, eskiciler, simitçiler, çiçek satan kadınlardır. Mesafesiz yaklaştığı, diyaloğa girdiği kişilerdir onlar. İnsanı ve toplumu onlar üzerinden okumayı, daha sahih ve gerçekçi bulur. Onlar gerçeğe bakışına da bir anlam katar: “Hayalin ve gerçeküstünün peşine düşmeden ‘gerçek’ diye sıradanlaştırdığımız şeylerin aslında gerçeküstü kadar heyecanlandırıcı olduğunu”nu anlar.
Genel olarak (bir öyküye giren anne, dayı, annenin babası, annenin anneannesi -İnce İnce Yasemince’deki Sürahi Nine’nin aynısı- adı Kadın) yazarın öykülerindeki insan kadrosu da bunlardan ibarettir. Bir de hiç yüz yüze gelmediğimiz -bir öyküde, bir ölüm dolayısıyla Nihan onun Dilrüba Çıkmazı’ndaki bürosuna bir demet çiçekle gider, yerinde bulamaz-, öyküler boyunca atıfta bulunulduğunu gördüğümüz gizli özne “o” var. Kendisi gizli, Nihan’ın dünyasındaki etkisi âşikar biri. Nihan’ı terk eden eski sevgili. (Bir de bir çeliğin içinde hapis Boğaziçinde, Bizegider Caddesinde, kırmızı ve yeşil olarak yanıp duran trafik ışıkları: Nihan’ın adlandırmasıyla Leyla Hanım’la Ozan Bey. Öykülerindeki birçok kullanım gibi “Leyla Hanım”la “Ozan Bey”de sembol içeren kullanımlardır. Ozan Bey’in aksine Leyla Hanım durumundan memnun değildir. Hayalleri vardır. Sonunda atar kendini denize, firar eder.)
Bu öyküleri bazı kelimeler, kavramlar etrafında açıklamam gerekseydi “aşk”, “ölüm”, “rüya”, “düşünce”, “gerçek” diye belirleyebilirdim o kelimeleri. Terk edilmişlik, “sonsuzluk yanılgısı”, “kâbus”, “büyü”, “efkâr” diye devam ederdim onları açıklamak için. Böyle sıralayınca Nihan’ın -bir öykü yazarıdır o- karamsar bir dünyası olduğunu düşünebilirsiniz. Öyle de değil! Hayatını, varlık alanını, iç âlemini biriyle paylaşmak isteyen biri o. Kokusuyla sonsuzluk hissi veren yaz geceleri yaşamış, Dostoyeski’nin Beyaz Geceler’ini ilk sırada görecek kadar yükselen, romantik, derin duyarlılıklar sahibi biri (İşte Beyaz Geceler’den aklında kalan cümle: “Yoksa o, bir anlık da olsa, senin gönlüne yakın olsun diye mi yaratıldı?”). İnsan olmaktan mutlu, hayata bağlı biri (“Hayatı çok seviyordum … hayattaki tüm küçük detayları çok seviyordum.”). İyilikten yana.
“Rüya” kitabın adında da var. ‘Oltada olmak’ balığa ait bir durum. Nitekim öykü kişimiz, gözlemlerinden giderek -insan olmaktan hiç şikayetçi olmamasına rağmen- oltadaki balığın durumunu hakkıyla anlayabilmek için bir balık olup bir kereliğine oltanın ucunda kıvranmayı deneyimlemek arzusundadır. Kıvranmak, kurtulmak, zıplamak ve suya tekrar ulaşmak… (Aslında aşkın oltasına yakalanmış biri olarak tanık olduğu balıktan farklı durumda değildir.) Rüya, kitapta, öyküler boyunca tekraren ortaya çıkar. Kâbusa dönüşen ve birinden diğerine uyanılarak bir türlü kurtulunamayan bir âlemdir ilk öykülerde. (Uyandırılmak istenmeyen biri de vardır kitapta: Bir ağaç! Yazın gördüğü upuzun bir rüyadan uyanamadığı için, Aralık sonunda bile dökülmemiş yapraklar içindedir. Kimi hatırlatıyor dersiniz acaba o?) Ölüm korkulacak bir şey değildir. Bir öyküde (“Yılan, Gılgamış ve Ben”) ölüm, en büyük korku ve en büyük teselli olarak anılır; en büyük arkadaş… Çünkü “susturacak belki kuşları, ama kurtaracak beni bu rüyadan”. Burada rüya, giderek hayatın kendisi oluyor. Tek “gerçek”, hayata verdiğimiz esas söz “ölüm”dür.
“Aşk” önce bir sonsuzluk duygusuyla beraber idrak edilir. Terk edilmenin ardından bir oltanın ucunda kıvranmaya dönüşmüştür. Sonra aşk acısı diner, ondan bir özlem kalmıştır yalnızca. Ancak bu arada aşk, varlık üzerine düşünmeye yol açmıştır bir kere. Düşünce yolunu açmaya devam eder. Aşkın bile (dünyevî yüzüyle, demek lazım belki burada) “her neye kafa yoruyorsak onu unutalım diye icat edilmiş olduğunu”n düşünüldüğü bir noktaya ulaşır. Varılan son nokta “fânîlik”in idrakıdır. Kitabın III. ve son bölümünde (“Mektup”) her şey yerli yerini bulur: “Ben, dünyadan geçen insanlardan biriyim. Hiçbir şey benim değil. Hiçbir şey benim olmayacak. Benim değilsiniz siz ve şu sokak ve şu şehir…” Peki yazı? “geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki sana /bir teselli olsun diye mi ortaya çıktı şu yazı?”
Bireye ait deneyim, insanlığa ait ortak deneyimler katına yükseldiğinde klasik olanın alanına ulaşıyor. Nisan Erdem’in Rüyanın Oltasında kitabında bir araya getirdiği metinler bütünü içindeki kavramlar, kavrayışlar gide gide öyle bir alanı görünür kılıyor bizim için. Yazar, bugüne ait hayat görünümleri içinde aşk, ölüm, rüya, sonsuzluk, Tanrı gibi insana ait değişmez meseleleri de irdelemiş oluyor. Bu açıdan baktığımızda Rüyanın Oltası’nda kitabı, iki kapağı arasında sunduğu yaşama dikkatleri, hayat deneyimleri kadar onların arka planında ilerleyen büyük insani hallerle bir “iç yolculuk” kitabı anlamını da kazanmış oluyor. Böylece bizi eski dünyaya ait değerlerle bitişmeye çok yakın bir mesafeye ulaştırıyor. Çok iddialı sözler bunlar, demeyeceğinizi bilsem, sizlere eski şairlerden, onların eserlerinden söz açabilirdim burada.
Başladığım cümleyle yazımı bitireyim: Nisan Erdem “yol”una devam ediyor.